3 dakika okundu
İşsizken Solcu, Lotoyu Tutturunca Sağcı Olma Med Cezir-i

İnsanlığın evrimleşmesine ve tarihsel diyalektiğine baktığımızda karşımıza her zaman “ego” sorunsalı çıkacaktır. Dincilerin “nefis”, yanası inançsızların(!) ise “ego” diye kullandığı kavramın anlamı da nedir? Öncelikle “ego” yerine “nefis” kavramının ikame edilemeyeceğini söylemeliyim. “Nefis” kelime olarak ‘Öz varlık, kişilik; insanın yeme içme vb. gereksinimlerinin bütünü’ anlamına gelir. Gerçi ‘öz varlık, kişilik’ tanımlamasının paralojik olduğu da ortadadır. “Nefis” olsa olsa “id” e karşılık gelmelidir. Hatırlamak adına bilincin bu üç katmanına (İd,ego ve süperego) kısaca biz göz atalım isterseniz. Alt benlik olarak “id” kendisini yalnız ihtiyaçlarına göre ayarlayan, güdüsel, baskın olan yanımızdır. (Cinsellik, açlık, nefret vb.) Genelde bu yönü baskın olan bireylere alınlarının ortasına “vicdansız” yaftası yapıştırılmaktadır. Üst benlik olarak “süperego” kural ve değerler bütünü içinde insana yön veren mekanizmadır. Bu katmana “vicdan “da diyebiliriz. İşte “ego”(benlik) dediğimiz de bu katmanların ortasında yer alır. Orta yolcudur. Doğa, çevre ile “id” arasındaki denge unsurudur. Yani eleştiren ve güdülerimizi kontrol altında tutan bu katmandır.

- İnsan sevgi gibi bir duyguyu içinde barındırdığı için mi yoksa sevildiği, ilgi gösterildiği için mi sever?
- İnsan karşısındakini mutlu ettiğinde onun sevincinden mi haz duyar yoksa bu mutluluk kendi başarısı olduğundan mı?
- İnsan ibadeti cennete gitmek –ya da diğerleri, ya da Tanrı korkusu- için mi yoksa hiçbir karşılık beklemeden Tanrı’ya layık olabilmek için mi yapar?
- İnsan ihtiyaç duyulduğu için mi yardım eder yoksa sadece “iyi insan” apoletini yakasına takmak mıdır derdi?
- İnsan paylaşmak, öğretmek için mi bilgi verir yoksa bilgisini gözler önüne sermek için mi?
- İnsan konuşmayı daha da güzeli dinlemeyi mi sever yoksa insanlarla arasındaki bağı mı?
- İnsan yaptığı resmi mi yoksa çerçevesini mi sever?

Yukarıdaki listeyi daha da uzatmak mümkündür. Cevapları sen kendin ver sevgili okur. Merak etme üç yanlış bir doğruyu götürmeyecek.


Öğrenci zen ustasına sorar;
- Ego nedir usta?
Usta yüzünü buruşturarak öğrenciye dönüp,
- “Bu ne kadar aptalca bir soru. Bunu sadece bir aptal sorabilir.” der.
Öğrenci allak bullak olur, öfkeden kıpkırmızı kesilmiştir. Usta gülümser ve şöyle der:
- İşte ego budur!
Madem örnek verdik bir tane de ülkemizden verelim. Belediye koltuklarının arkası tıpkı okul sıralarının üzeri gibi sanat eseridir.
- Hell yeah, fuckin rock, heavy metal, alp, aydan, linkin park!!
Ve cevap mahiyetinde:
- Sikilmiş rock, farkımız tarzımız, müslüm babamız…

Ego hakkında kısa hatırlatmalar yaptıktan sonra konunun özüne dönebiliriz. Yazıma neden böyle bir giriş yaptığım yazının sonunda daha iyi anlaşılacaktır.

Doğadaki zenginliklerin nasıl paylaştırılacağını “kapitalizm sistemi” belirler. İnsanlık tüm acılı denemeleri sonunda en doğru olduğunu kabul ettiği, yaşam kaynağını “ego” dan alan bu sistemi bütün benliği ile benimsemiştir. “Çalış senin de olur. Köşeyi dönmek senin elinde. Kafasını çalıştıran zengindir” mottosuyla kafası tütsülenmiş, hayalin miyop olduğundan bihaber yığınlar sistemin en sarsılmaz mekaniğini oluşturmaktadır. Merak ediyorum da çalışmak için çalışan kaç insan var? Mevcut olan yapı içerisinde hepimizin paraya ihtiyacı var. Paraya bağımlı bir yaşam tarzının aslında dünyayı kontrol eden finansal güç sahibi zümre için “köle havuzu” olması dışında hiçbir anlamı yok.

Bu yazıyı yazıyor olmam bu gerçeği değiştirmeyecek. Ay sonu yaklaşıyor ve hepimiz faturalarımızı ödemek zorundayız. Tamam da şunu bir düşünün; bu ülkede nüfusun büyük bir bölümü sadece faturalarını (hayatta kalabilmek için asgari harcama yapmak zorunda olduğu) ödeyebilmek için günde on saatten fazla sağlıksız, insanca muamele görmediği, makinenin bir dişlisi olarak görüldüğü beyaz yakalı elitler tarafından sömürülen bir atmosferde çalışıyor. (kendimi ayrı tutmuyorum) Sizi duyar gibi oluyorum sevgili okur “Dümbük! Konuşmak kolay, çözümün nedir? Bi sen mi akıllısın a.q yerinde! Herkes farkında bunun ama yapacak bişiy yok, düzen böyle!) Elbette farkındasınızdır, buna şüphem yok! 

Lideri takip etmek lider olmaya yeğ edilir her zaman. Lider olmak, yol gösteren, yeni yollar açan olmak zordur. Haa, yonetici olmak o ayrı. Yonetici olmayı herkes hak ettiğini düşünür, o görevi yerine getirebileceğini düşünür ve herkeste bu forstan yararlanmak ister maddi-manevi. Çünkü yoneticilik formel bir yapının içinde yaşam bulur. Belli kalıpları, bir çerçevesi vardır. Yoneticiye itaat iş akdinden, iş hukukundan gelir. Oysa liderlik bambaşka dinamiği olan bir kavramdır. Lider peşindekileri metazori sürüklemez. Lider olmak zordur. Herkes birgün yonetici, parti başkanı, başbakan olabilir ama lider olamaz. Klişe oldu biliyorum ama herkes rakı içiyor diye rakı içmeyi bırakacak değilim. “Kes mavra okumayı da çözümünü söyle” diye hala diretiyorsanız, bişiyler karalamak farz olur o zaman.

1-Azami Gelir: Tıpkı asgari ücrette olduğu gibi kazanılabilecek gelirde de tavan bir ücret politikasının hayata geçirilmesini istiyorum. Bill Gates Microsoftu icat etti diye, Şayenk kendi firmasinin CEO su diye dünyanın nimetlerinden şanslı azınlık olarak faydalanmaları kabul edilemez. Daha da komiği şimdi bunların çocukları ve bilimum yakın çevresi doğal olarak bu mirastan faydalanacaklar. Miras olgusunun ortadan kaldırılmasını ya da yeniden yapılandırılmasını öneriyorum.

2-Vatandaşlık Geliri: Uygulanan ekonomik sistemin, devlet rejiminin yapısına, kisinin çalışıyor veya çalışmıyor olmasına bakilmadan her bireyin dünyaya gelmiş yeter sebebi doğrultusunda asgari ücret gibi aptalca hesaplamalar sonucunda ortaya atılmış olan ama barınmayı, giyinmeyi, yemeği bile karşılamayan bir gelir yerine içinde insanca yaşamasını sağlayacak temel ihtiyaçlara ek olarak spor, sanat-kültür ihtiyaçlarını da kapsayan bir vatandaşlık geliri uygulamasını öneriyorum.

3-Özel sektörün kar marjlarının sınırlandırılmasını: Kriz dönemlerinde ortaya çıkan cığırtkan sermaye çevreleri nasıl ki vergi indirimi için zerre utanmadan taleplerde bulunabiliyorlarsa, bizler de isgucu olarak onlarin da karlarını minimize etmelerini, kriz dönemlerinde gerekirse zararına çalışmalarını, edindikleri tüm servetleri bu dönemlerde işlerine tekrar aktarmalarını öneriyorum.

4-Gerçek Sosyal Devlet Anlayışı: Hikayeden kömür dağıtarak, 5 yılda bir kaymakamlık vasıtasıyla kimsesizlere zırnık kadar para dağıtarak sosyal devlet imajı yaratmak artık gerçekçi olmaktan çıkmıştır. Balık vermek yerine balık tutmasını öğretme zamanı gelmiştir. Devlet Planlamacılığı arttırılmalı ve geliştirilmelidir. Hadi iktisatçıları geçtim, öğretmenlerin sayısını planlamamak gibi abes bir durum da neyin nesidir be kardeşim? Ne kadar ihtiyacın varsa o kadar öğretmen yetiştir! Günü kurtarmak için kontenjanları sınırsız yap, sonra da insanların önüne KPSS gibi engeller koy. Tabi sen bu duruma da kapitalizm nosyonu çerçevesinde cevap verirsin: “Kafası çalışan geçer, en iyileri ayakta kalır”!

İdeal olan ile yapılabilecek olan arasındaki farkın farkındayım elbette. Fakat mevcut koşullar içinde yapılabilecek olanları değerlendirmenin de yanlış olduğunun farkında siz olun. Şimdilik bu kadar yeter. Ayrıca belirtmemde fayda var hiçbir –izm e tabi değilim, hatta Nikizm e bile! Lenin’in de dediği gibi “Gerçeklik ancak gerçekliğin kabulüyle değiştirilebilir.”

İşsizliğin çok ciddi travmalara yol açtığı ortadadır. Hem toplumsal hem de psikolojik etkilerini görebilmek için gözlük takmamıza gerek yok. İşsiz olanlara ucube gibi bakıldığı (kendi aileleri tarafından bile) bu süreçte ayakta sağlam durabilmek herkesin kolaylıkla yapabileceği bişiy değil. Hele hele “ne yaptın, hala bulamadın mı bir iş” tarzında bir soruyu düşmanının bile sormadığı şu günlerde patavatsız akrabalar, ucube tanıdıkların etrafta fink atıyor olması işsizleri ister istemez evlerinde hapsolmalarına itiyor. Aksi olsa ne yazar ki? Yıllarca arkadaşlarına kahve ısmarlamaktan haz almış biri bunu bugünlerde yapamıyor olmaktan dolayı suçluluk duyarken hangi sosyal ortama akabilir ki? Ya sevgilisi, eşi-çocuğu olanlara ne demeli? Bir işe yaramıyor olma hissiyatını, birilerinin eline bakıyor olma utancını hangi ikame yok edebilir ki bu günlerde bir işsizin dünyasından? Bu işsizliğin kalifiye olmamakla, dil bilmemekle bir alakası yok sevgili okur. Süper eğitimli insanlar, eskiden önemli görevlerde yer almış insanlar da bugün işsizler. 90 lı yılların başlarında üniversite terk apoletine haiz olman bile önemli bir avantajken o dönemde işe başlayan tipler -ki bunların çoğu ne bilgisayar bilir ne de yabancı dil- bugün üç dil bilen, en az 5 yıl tecrübesi olan, en az yüksek lisans yapmış, pro engineer, SPSS ve bilimum programları kullanabilen, yoğun çalışma temposuna ayak uydurabilecek ve 1.000 tl altında çalışacak köleler arıyorlar hem de pişkinlikle. Lan senin kifayetin, çapın nedir? Seni liyakat testine soksak acep kaç puan alırsın? Miras ve kast sistemi ile koltukları ele geçirmiş zibidiler bugün bizlere hem ekonomi, hem endüstri hem de üstüne üstlük ahlak-etik dersleri veriyorlar haa bir de bizleri eliyorlar daha iyi mallar için. (tabii ya sevgili okur, ne sandın sen, hepimiz maldan öte bişiy değiliz son tahlilde) Sakın ola o pazarlama, iletişim, ekonomi, kıçımın kenarı gurularını ciddiye almayın! Yeni mezun arkadaşlarıma da tavsiyemdir; “CV hazırlama teknikleri”, “Etkili Mülakat Dili”, “İnsanları Etkileme Sanatı” vb. saçmalıklarla zaman harcamayın. Muz(bulabiliyorsanız orijinalini kullanmakta fayda var tabi) üzerinde blowjob alıştırmaları yapın. Bunda uzman olduğunuz oranda hayatta başarıyı yakalama şansınız artacaktır.

Türkiye’de “Sosyal Güvenlik” sistemi salt emekliliğe yaslanmış eğri bir zeminde yer alıyor. Bunu bile doğru düzgün işletemeyen vak’a bir sistemimiz var. Nedir sosyal güvenlik? İnsanlara, bugün ve gelecekte, çalışma koşullarını yitirmesi hali de dahil olmak üzere çeşitli risklere karşı, yaşamını sürdürebileceği sürekli bir gelir güvencesinin sağlanmasıdır. Sosyal güvenliğin gelişimi iş kazası, meslek hastalıkları ve analık sigortaları ile başlamış, daha sonra diğer hastalık, maluliyet, yaşlılık, ölüm ve işsizlik sigortası hakları kazanılmıştır. Bugün milyonlarca insanın yaşadığı problem işsizlik değil midir? Peki “çalışma koşullarını yitirmesi hali” tanımına “işini kaybetmek” girmez mi? Asgari ücretin 2/3 geçmeyecek şekilde bir işsizlik maaşını o da ciddi ön koşullara bağlı kazanılabilecek bir hak iken en uzun vadede 1 yıl boyunca ödemek palyatif bir çözüm değil de nedir? İşsiz kalmanın sadece mali yükleri mi vardır ki diğer boyutları görmemezlikten geliniyor? Pratik hayata dair çözümler sunan bir Sosyal Güvenlik sisteminde hastalık, işsizlik, yaşlılık, dulluk, iş kazası, meslek hastalığı, analık, sakatlık, ölüm ve aile yükleri, beslenme, giyim, konut ve tıbbi yardım fonksiyonları yer almalıdır.

"Petrolü kontrol ederseniz ulusları kontrol edersiniz;
Gıdayı kontrol ederseniz insanları kontrol edersiniz."

Henry Kissinger

Yeryüzünde, matematiksel olarak herkese yetecek miktarda gıda üretiliyor. Tarımın makineleşmeyle geliştirilmesi, verimin arttırılmasına yönelik bilimsel araştırmalar ve sulu tarımın yaygınlaşmasıyla insanlık tarihinde öncesi görülmemiş bir gıda üretim ve bolluğu söz konusudur. Hatta kişi başına düşen gıda miktarının yaklaşık 2,5 kg olduğu göz önünde bulundurulursa, açlığı bir kenara bırakın, insanlar dengeli beslenecek ve belki de aşırı kilolarından yakınacaklardı. Fakat, gerçekler ve mevcut durum bunun tam tersidir. Yeryüzünde yetersiz beslenen insan sayısı 888.280.854; bir gün içinde açlıktan ölen insan sayısı 25.330; bu yıl açlıktan ölen insan sayısı 9.178.911’dir. Diğer yandan, şu anda yeryüzünde 1.900.995.850 insan aşırı kilolarından şikayetçiyken, obezite hastalığına yakalananların sayısı da 650.610.467’dir. Neticede insanlar, dünyada yeterince gıda olmadığı için değil, alım güçleri ve paraları olamadığı için, yani yoksul oldukları için açlık riski altında hayatlarını sürdürüyorlar; yani bir yandan bazı insanlar açlıktan ölürken, diğer yandan bazıları da obez hastalığına yakalanıyor. Şimdi sevgili okur sen ve ben işsiz olsak da bir şekilde karnımız doyuyor ama ya her gün ölen 25 bin insan? Senin, benim bu ölümlerde hiç mi parmağımız yok? Dünyada gelir adaleti sağlanmış olsa bu ölümler olur mu? Dünyada savaşlara, teröre ayrılan bütçeler gelir dağılımı dengesi için sağlansa daha güzel bir dünya olmaz mı? Peki miktiğiminin politikacıları barış, huzur, aş, iş diye gazeller okurken nasıl olur da dünya bu halde olur? Çokuluslu şirketler mi politikacıları yoksa politikacılar mı çokuluslu şirketleri yönetiyor? Ya da bu iki kesim aynı potada mı eridi? 3 lük bize mi girdi? Hepimiz işsizken solcu, lotoyu tutturunca sağcı olmuyor muyuz?

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.