5 dakika okundu
Postmodern Kölelik

“Bağımsız yargılarda bulunmak pek azların ayrıcalığıdır: diğerlerini otorite ve örnek yönetir. Başkasının gözüyle görürler, başkasının kulağıyla dinlerler.”

(Schopenhauer mi yoksa Kuçuradi mi söylemişti?)

Modernite / Postmodernite / Bilim

Modern kelimesinin en yaygın kullanımı yeninin ya da yakın zamanın anlatımıdır. İster olumlu ister olumsuz değerlendirilsin, gündelik yaşamda ve kültürde modaya uygun tutumlara modern denilir. Aslında modern radikal bir değişmeden sonra ortaya çıkanı adlandırır ve insana olduğu kadar, insanın ürettiği her türlü yapay çevreye de uygulanır, yani modernite önce insanı sonra ise insanın üretimini değiştirir. Modern olmak artık düne ait olmaya (klasizmi de içine alır) ve başka yöntemlerle ele alınması gereken bir dünyada yaşamak demektir.

“Modern“ olmak, “kalkınmış”, yani üretim kapasitesi geniş bir toplum olmaktır. Bu tip toplumlar da batı dünyasına ait oldukları için; Batı-dışı toplumlar için modern olmak, son tahlilde “Batılılaşmak” anlamına gelmektedir. Bir anlamda, modernliğin Batı-dışı toplumlar bakımından ontolojik değil, epistemolojik temelde inşa edilmek zorunda kalındığını söyleyebiliriz. Çünkü, batı toplumlarında kapitalizmin özsel olarak varolan maddi temeli, Batı-dışı toplumlarda üretimin simgesi olarak fabrika olgusundan çok fabrika fikri tutmuş ve önemsenmiştir. Neticede, “Batılılaşma” doğrultusunda üretimcilik tutukusu, tüketimci bir “şehvete” dönüşmüştür. Burada “tüketimcilik” ten kastım, salt ekonomik bir olgudan ibaret olan değil, ondan esinlenen, sosyo-kültürel bir tutumu ifade etmesidir: tıpkı mal ve para gibi, toplumsal ve kültürel şeylerin de edinilmesinin ve gösteriminin vazgeçilmez bir arzu olarak toplumda yerleşmesi; bu arzunun o topluma aidiyet duyguları yaratmada, “bireyler”e toplumsal konum sağlamada, nihai olarak kendini “modern” şekilde var etmede işlevsel olmasıdır: Tüketimin sosyo-kültürel alanının ve ilişkilerin yerleşik özelliği haline gelmesi, bu doğrultuda fikirlerin, imgelerin ve anlamların da bir “meta” gibi tüketilmesi, nihayet insanların kim olduğunun tüketim kalıplarına ilişkin (tiki cenahı) sembollere bakılarak belli olmasıdır.

“Batılılaşma” içinde olan toplumlarda insanlar tükettiği oranda toplumsal konumlarını yükseltiyor ve / ya pekiştiriyor. Tüketiciliği ( bizde: salt götü göbeği açmak gibi ) onu “modern” yapıyor, modernliği ise kendisini “avangard” toplum bireyleriyle “eşitliyor”; eşitlendikçe (kendini bi bok sanıyor) kabul görme duygusunu yaşıyor: Kısacası, (var) olmasını, kendi dışında tanımlanmış “kültürel değerlere” sahip olmasına bağlıyor; neticede şizofren bir kimliğe bürünüyor, sadece kendi benliğini parçalamıyor, sahip olduğu değerleri de bölük pörçük hale getirmiş oluyor.

Kapitalizm, alışılmış nesneleri, sosyal hayatın rollerini ve kurumlarını gerçek dışı kılmakla öyle bir güce sahip ki, realist denilen temsiller gerçekliği artık sadece nostalji ve acı olay kipinde, bir tatminden çok, bir acı vesilesi olarak gündeme getiriyor. Gerçekliğin deneyime değil, ama ancak sondaj ve denemelere malzeme olabilecek kadar istikrarsız ve kırılgan kılındığı bir dünyada klasisizm pek olası görünmüyor.( All By Myself, All Cried Out öldü!)

Postmodernizm, herhangi bir tanıma indirgenemeyecek bir karmaşıklığa sahipse de öncelikle modernikle bir hesaplaşma demektir. Bu yönüyle kuşkusuz içinde modernizm karşıtlığı ya da modernizm öncesini de barındırıyor. Heterojenlik, çokseslilik, bölünmüşlük kadar, bunların beraberinde getireceği yanlış anlamaları, yanlış çıkarsamaları, yanılgıları da olumluyan, hatta meşruluk zemini olarak gören bir tavır postmodernizm.

Postmodern, modernitenin içinde gösterilmesi, bizzat gösterimin kendinde öne çıkaran; uygun formların tesellisi ile imkansızın nostaljisini hep birlikte yaşamaya elveren beğeni konsensüsünü reddeden, yeni gösterimleri, tadını çıkarmak için değil, ama gösterilemezin varolduğunu daha iyi hissettirmek için araştırandır. Postmodern bir yazar ya da sanatçı, bir filozof konumundadır; yazdığı metin, ürettiği yapıt, prensip olarak, önceden yerleşmiş kurallar tarafından yönetilemez ve belirli bir yargı aracılığıyla, bilinen kategorilerin bu metne, bu yapıta uygulanmasıyla yargılanamaz. Bu kurallar ve kategoriler, yapıtın aramakta olduklarıdır. Dolayısıyla sanatçı ve yazar, kuralsız ve yapılmış olacak olan’ın kurallarını oluşturmak için çalışırlar. Postmodernin, ‘gelecek zamanın geçmişi’ paradoksuyla anlaşılması gerekiyor.

Postmodernitede farklılık ve çoğulluk temelinde bir kimlik inşasının haklılaştırımı modernitenin “tekçiliği” yadsınarak yapılmaktadır. Modernitenin “ya o ya da o” mottosunun yerini, postmodernitenin “hem o hem de o” ( ve/veya mantığı ayrımı ) meşruluk mantığı alır. “Show yourself – destroy your fears – release your mask!”

Bilimin bugün için görünürdeki üstünlüğü sahnenin pek işine gelir biçimde düzenlenmesi yüzündendir. Bugün eğitimde bilim bir yüzyıl önce dinin okutulduğu (dogmatik ) gibi okutuluyor.

Dünyanın düşünce teamülleri içindeki hristiyanlar, müslümanlar, rasyonalistler, marksistler, hatta liboşlar için tek bir gerçek vardır. Bunların hepsi bu gerçeğin egemen kılınmasını isterler. Onlar için “tolerans” bu gerçeği kabul etmeyenin bu gerçeğe gelmesi için güleryüz gösterilmesi demektir. Oysa tolerans, bu gerçekle, bu gerçeği kabul etmeyenlerin, birlikte yaşamasına olanak vermektir.

Artık önermelerin doğruluğu ya da yanlışlığından önce, etkinliğe bakılıyor. Bir zamanlar bilimin varoluş nedeni olan aklın, bizzat bilim tarafından tehdit edilmesi sonucunu doğruyor bu. Hakikat arayışının yerine teknik bir ölçüt olan “ iyi bir girdi-çıktı dengesi “ geçince, bilim ile tekniğin ilişkisi de bir anlamda tersine dönmüş oluyor; bilime teknoloji öncülük ediyor artık. Bilgi bir enformasyon yığını olarak görüldüğü için de bilgi edinme etkinliği, genelde “ tinsel bir eğitim “e ya da kişilere bağlı olmaktan çıkıyor.

Bilimin kendi başına pek de eşitliği sağlayamadığı görülüyor her şeyden önce. Eğitim alanında da aydınlanmış, vatandaşlık bilincine sahip insanlar yetiştirilmek, savaşları önlemek gibi ‘soylu amaçlar’ giderek gözden düş(tür)üyorlar. İdeallerin yerini, iyi bir meslek (bol para getiren) ya da beceri edinme özlemi almış durumda.

Bilim ne insanın ötesinde ne insandan ayrı ne de tarafsızdır. Bilim yaparken tarafsızlık iddiası kanımca geçersizdir. Hele bilimde duygunun olmadığı, duygunun bilime karışmadığı uydurmasıyla gelen, bilimin dilindeki soğukluğun ve hissizliğin altında gerçekte sinsi ve hunhar bir duygululuk yatar: Bu duygululuk egemen düzenin çıkarlarının yönünde biçimlenmiş derin bir duyarlılığın bilimsel anlatımdan geçen ifadesidir.

Dünya, hücreleri insanlardan meydana gelen tek bir organizmaya dönüşüyor. İnternetin merkezi sinir sistemini oluşturduğu, dünya ticaret sisteminin damarların ve içinde akan kanı kontrol ettiği, çok uluslu şirket yönetimlerinin beyin faaliyetlerini üstlendiği yeni bir organizmayı işaret etmeye çalışıyorum. Üstelik bu organizmanın içinde yer alamayan insan ve bölgeler canlılığını yitirip evrim sürecinden çekiliyorlar (natural selection).

İnsanların bir araya geldiği ve cemaatten millete doğru ortak bir çatı altında toplandığı organizmalar sürecini yüzyıl kadar önce geride bıraktık. Artık sayısal olarak güçlü olmanın, tek bir millet olmanın, bir arada olmanın da önemi kalmadı.

Şimdi organ ve sistemleri olan, işlevselliğin ön planda olduğu hücrelerin bir araya getirdiği organizmayı oluşturmaya çabalıyoruz ( daha doğrusu yırtınıyoruz ). Kimse sizin var olup olmadığınızla ya da ne olduğunuzla ilgilenmiyor. Ne işe yaradığınız, işleviniz ön planda ( kaç beygirsiniz ). Bir alyuvar hücresi gibi çalışıp zamanı geldiğinde yine aynı işi gören bir başkasına yerinizi bırakmanız isteniyor. Postmodern kölelik de böyle oluyor sanırım.

Hayat köleleştirip sadece işlevleri ile var olabilen insanların oluşturduğu yani bir organizmaya doğru evrimsel sürecini sürdürüyor. İnsanlık ve onun değerleri uzunca bir süre önce evrensel anlamda toprağa gömülmüş görünüyor.

Kölelik Biçim Değiştirdi


“Kişinin kendi zincirlerinin ne olduğunu bilmesi, bu zincirleri çiçeklerle süslemesinden daha iyidir.” J.J. Rousseau

Ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler düzeninde köle, esir, tutsak olarak tutulmayı zincirli köleliğin yanı sıra, (a) belli ilişkiler düzenindeki ekonomik bağımlılıkla ve bağımlılıktaki pozisyonla gelen, (b) beraberinde bu ilişkiyi destekleyen, (c) kölenin kendisine, kendi üstündekilere, kendi benzerlerine ve kendinden altta gördüklerine karşı belli hisler oluşturmasını belirleyen, (d) maddi ve maddi olmayan ilişkileri kaplayan, geniş kapsamlı bir anlamda kullanacağım.

Bugünkü dünyada zincire vuruluş, zincirli demokrasi, özgürlük, fırsat eşitliği, vatan ve millete hizmet olarak sunulması ve bunun sayısız kılıflarda hergün ifade edilmesi gittikçe çeşitleniyor ve artıyorsa, bunun en önde gelen anlamlarından biri de, egemen güçlerin, zincirden kurtulma çabalarına (bilinçli / bilinçsiz ) karşı, zincirin artan ağırlığını gül demetinin ağırlığı olarak sunan ideolojik karşı tepkisidir. Örneğin kemerleri sıkma, vatan için fedakarlığa katlanma (bu kesim hep aynıdır), enflasyonu yenmek için ücret artışları yerine kamu zenginliklerini kapitalistin cebine aktarma, çok çalışma, simit satarak zengin olma, gerçekte eşitsizliğin, köleliğin, sömürünün ve soygunun egemen olduğu üretim ilişkilerinin meşrulaştırılması girişimleridir.

Devlet yoluyla Ar-Ge için özel teşebbüse ve üniversitelere milyonlarca (TL) para halkın cebinden verilir. Araştırmalar sonucu elde edilen bulguların patentini bir iki uyanık kişi veya firma alır. Böylece toplumun materyal gücünden ve bilgi birikiminden faydalanarak elde edilen bir sonuç, özel (kutsal) sermayenin eline ve kullanımına sunulur. Bu da tabii, diğer bir vurgunluk ideolojisini desteklemede kullanılır: Çalış zengin olursun.(If you work you will become a boss)kapılar açık, bu “açık toplum” (Open Society and Its Eenemies’i okuyabilirsiniz), seni engelleyen senden başka kimse yok (sen salaksan, ben n’payım?!). Yeter ki çalış. Breh, breh, breh…

Özgür insan (postmodern köle) önünde iki yol bulmuştur; özgürce aç kalmak veya barınak bulmak, giyecek ve yiyecek alabilmek, bir ev kurarak çocuk yapıp hem kendinin hem de çocuklarının ihtiyaçlarını sağlamak ve yaşamını sürdürebilmek için özgürlüğünü satmak…Böylece, toplumsal üretimi gasp edenlerin emrinde, eskisinden farklı olarak, bu kez “zorlanmadan, arzuyla, özgürce” çalışarak eskisi gibi bir değer yaratır, yarattığı bu değer kendisinin değildir yine. Yarattığı bu değer için ona ödül verilir. Eskiden ödül, sahibinin ihsanıydı, lütfuydu, ağalıydı. Bugün ise bu ödül kapitalist düzenin belirlediği politikaya göre verilen ücrettir / maaştır.

Yaşanan dünyada egemen olan ve kendini insanlık düzeni olarak satan; insanlığı küçülten; yaşam kavgası adına insanları birbirine düşüren; insanların oluşturduğu ilişkileri ve değeri satın almaya ve paraya indirgeyen; işine geldiğinde güleryüzlü, gelmediğinde acımasızlığı doğallaştırıp uygulayan; baskıcı, despot ve akıl almayacak derecede sömürgen ve sürüngen ; her iyiyi kendine teşmil eden, her kötüyü kendi dışına plase eden; hatta bilgisizliğin temsilcisi liderleri bilge ve insanlığın dostu olarak sunan ; Makyavelci-hipokrevinin egemen olduğu toplum sistemlerinin çanağına çomak sokayım!

Koçu bulunduğu tepeden al, bir sürünün içine yerleştir, koçluk yeni bir anlam kazanır: Koç sürüden biri olur. Koçlar ve koçların billurları olan bilim adamları, koçun koçluğunun kendinden kaynaklandığını “simit satma “ hikayeleriyle süsleyerek anlatırlar. Böylece fırsat eşitliği, çalışarak ve aklını ( bir futbolcu ya da banel bir popçu gibi bedenini kullanmanı tavsiye ederim) kullanarak servet sahibi olma kişiselleştirilerek masallaştırılır ve servetten yoksun bırakılanlar da televizyonda falan ağızlarının salyası aka aka hayallenirler, peki neden? Demokrasi ve özgürlük, fırsat eşitliği, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi var da ondan (!)! Şunu kesinlikle söylemeliyim: kapitalizm, kendinden önceki örgütlü sömürü sistemlerinden farklı olarak, hem fırsat eşitliği ve özgürlük hayalleri verir hem de istisnaları genel kaide yaparak bu hayallerin gerçekliğini kanıtlar, yanıtlar. Dolayısıyla, kapitalist ideolojide yasal ve teorik olarak “zenginlik” ve “başarı” kapıları herkese açıktır, yeter ki çok çalış ve girişken ol. Başarısızlığın, sefilliğinin ve yoksunluğunun nedeni; toplumsal örgütlenmenin biçimi değil, insanın kendi tembelliği, beceriksizliği, korkaklığı, savrukluğu, iş bilmezliğidir. Aman aramızda kalsın bu, kimse uyanmasın! Özgürlüğe tamam, uykuya devam…Daha çok ekonomik kölelikten bahsettim yazımda. Sosyal, kültürel ve bilimsel kölelikten, yazımın çok uzun (boku çıktı) olması sebebiyle, bahsedemeyeceğim fakat finali konu bağlamında bir bonus ile kapatıyor olacağım.

Hayatın Anlamı

Hepinizce malum, benden, bizden ve sizden evvel de hayatın manasını sorgulayan birçok düşün adamı (yanlış anlaşılmasın, kendimi onlarla aynı kategoriye koyduğum felan yok) oldu ve hala da olmaktadır. Bu zat-ı muhteremler envai cevaplarla, bulgularla karşımıza çıktılar ve çıkmaktalar. Kendi süzgecimizden geçirip, doğru kabul ettiğimiz gerçeklikleri içselleştirip, bu bilgilere sahip olduk. Bizim düşündüklerimizi bizden önce düşünen ve de ifade eden düşün adamlarına yakınlık duyduk. Skolastik felsefeyi, kendi zihnimizde çökerttiğimizden beri, durdurulamaz bir sorgulama sürecine girdik. Nietzsche, Camus, Shopenhauer, Kant, Einstein, Spinoza v.b. okuduk, okuyoruz. Onların etkisinde kaldık ama yine de özgürce düşünmeye çalıştık, çalışıyoruz. Zaten içselleştirmediğimiz bilginin bize ait olamayacağını da biliyorduk. Felsefe yapmak için felsefe yapmadık. Mutsuzluğumuzun ve sanrılarımızın kaynağını aradık. Bu dünyada ne işimizin olduğunu sorguladık, sorguluyoruz. “Baba” soruların altında kaldık; fakat kendi manivelamızı kendimiz ürettik psikologlara inat. Durduramadık hayatı, insanlığı, gerçeği sorgulamayı. Peki cevap(lar) bulabildik mi aklımızı susturabilmek için?

[İnsan “kişi” olduğu sürece, yani kausal bağlarını kıramadığı, “kişiliğini” silemediği sürece, egoisttir ve bütün yapıp ettiklerinin temelinde şu veya bu şekilde açık veya kapalı olarak, kendisi-bir çıkarı, bir eğilimi, kendisi için istediği bir şey- vardır.]

Hayatın hiçbir anlamı yok! İnsana verilmiş olan en büyük ceza hayattır! İnsan bu cezanın etkisini hafifletmek adına uykuya yatmıştır. Öyle bir dünya kurmuştur ki kendi eliyle, kendisiyle baş başa kalmamak için bir sürü enstrüman üretmiştir: aşk, sanat, teknoloji, sanal, politika, bilim, aile, toplum, din v.s… üç tür insan var: Uyuyan insan, yarı uyur-uyanık insan ve uyanmış insan. Uyuyan insanın tipik özellikleri, “hayata sıkıca sarıldım, polyannayım ben” sloganlarına sahip olmalarıdır. Uyur-uyanıklar ise, (sanırım kendimi bu gruba dahil edebilirim) ne uyanmış ve ne de uyuyor olmadıkları için agnostik bir arakesitte yer almaktadırlar. Birşeyi eleştirirler fakat öyle olmadıkları için de sık sık acı çektiklerini düşünürler. Son olarak uyanmış olanlar için ise pek birşey söylemem tecrübelerim ve akıl limitlerim dahilinde şimdilik mümkün gözükmüyor.

Sanırım yaşamak için uyumamız gerekiyor. Bunu anlamak için dünyadaki milyarlarca uyuyan insana bakabilirsiniz. Sizden pek farklı değiller, sizinle aynı atmosferden soluklanıyorlar. Fakat onlar aşk, para, maddi hayaller, unvan gibi olgularla rahatça uykuya yatabiliyorlarken bazıları da uykusuzluğun zombisi misali sisli bir film görüntüsüne hapsolmuş gibi etrafta dolanıyorlar.

Uyku girmez oldu miyoplu gözlerime
Geceyi gündüz eden gülüşün yok artık

Hayatta bir motivasyonumuz, moral değerimiz olmalı. Sanırım bu “sevgi” olabilir (“aşk” demiyorum özellikle). İnsan her şeyde kendini sever. Onun dışındakiler hep kendisini görmesi için birer “ ayna” dırlar. Sevgilide, dostta, yalnızlıkta, batan güneşte hep kendini sever. Anam beni rahminden çıkardığı için beni sever. Sevgilim onu 360 derece tatmin ettiğim için beni sever. Arkadaşım ise benimle rahat hissettiği için beni sever.

Sanırım (hep sanıyorum, hala emin değilim, bilmiyorum ) hayatta herşeyi, herkesi olduğu gibi kabul etmek gerekli. İnsanları çıplak görebilmek ve soyunabilmek aslolan gibi geliyor. (elbette bu zamanla değişebilir, tıpkı bir akarsunun sürüklediği bir dal gibi!)

[Bir insanda kavramlaşmış bilgi ağır basınca,o, hep bir öğrenci,bir okuyucu,bir “amatör”, bir eleştirici kalmak zorundadır, günlük dilde ona “mantıki insan” denir. Kavramlaşmış bilgi ağır basınca günlük hayatta o, bir ahlak budalası kesilir; ama kendi çıkarı, uzak veya yakın bir çıkarı söz konusu olduğunda, orada inançlar da ilkeler de susar, kendi çıplaklığı ortaya çıkar.]





Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.